18 Temmuz 2013 Perşembe

EMEKLİ İCRA MEMURU SAYIN İBRAHİM BANLI'DAN İCRACILARI ANLATAN GÜZEL BİR YAZI

(İcra öyküsü) - İCRA MEMURU

İbrahim Banlı - Emekli İcra İnfaz Memuru
Kral olabilir, Bey olabilir ama asıl korkulacak kişi;
İCRA MEMURU’DUR.
(Sümer Atasözü)

Sümerli! Bu sözleri söylerken, belli ki İcra Memuru’nun;
“- Soğuk havalarda, küçük bir yavrunun üzerinde yuvarlandığı halıyı altından çekip almak;
— Tüm ailenin eğlencesi olan televizyonu evdekilerin ağlayan yaşlı gözlerine aldırmadan alıp götürmek;
—İçerisinde bozulabilir yiyecekleri ve özellikle yeni doğmuş bebek mamasını barındıran o buzdolabını, evdekilerin tüm sızlanma ve yalvarmalara aldırmadan alıp götürmek;
—Belki de, en mutlu günlerde alınmış nadide mücevherlerin kutsallığına aldırmadan gasp eder gibi alıp gitmek;
— Gerektiğinde de ‘altın damağı’ bile söküp almak;
—Köyünde iki ineği ile geçimini sağlamaya çalışan biçere köylünün elinden bu inekleri çekip almak;
—O emektar çiftçinin büyük emeklerle yetiştirdiği mahsullerini ve hatta tarım aletlerini elinden almak;
—Ve belki de borçlunun yaşam boyu içerisinde yaşadığı güzelim evini satıp içerisinden çıkarıp kovmak” gibi son derece zor ve ağır bir görevi üstlendiğini aklına getirmemişsin!
Ama bilmeni isterdim ki Sümerli; bütün bu işleri yapan kişinin Tanrının yarattığı duygulu, yürekli ve hassas bir insan olduğunu; hatta onun da, mutlu bir yuvasının olabileceğini ve bu yuvada halılar üzerinde oynaşıp televizyon izleyen yavrularının olabileceğini…
Her sabah işe giderken onu öpücüklerle uğurlayan eşi ile yavrularını, akşam dönüşünde tanıyamaz hale geldiğini; tüm enerjisinin akşama kadar yavaş yavaş eriyen bir mum gibi sönüp bittiğini; gün içinde yaşadığı acı olaylar, kulaklarında çınlayan feryat ve ağıtlar, bir kâbusa dönüşüp bütün gece uykularını kaçırdığını…
O ‘korkulacak’ dediğin kişi hakkında kesin yorum yapmadan önce keşke onu yakından görmeyi, onu tanıyıp hiç değilse onunla bir an bile yaşamayı deneseydin be Sümerli!
Sen hiç, İcra Memuru’nun; ‘kasaba etini verirken koyuna da canını verme’ çabasına girdiğini…
İncir ağacından düşüp kolunu kıran bir yavruyu ‘incir ağacından düşmüş bir doktor’ gibi tedavi etme gayretine girdiğini…
Görevi sırasında ‘şehit olma’ tehlikesini aklına bile getirmeden görevini en iyi şekilde yapmanın gayreti içine girdiğini bilir misin Sümerli?
Ah be Sümerli! Bir de şunu bileydin!
Haciz görevim sırasında kulağımın duymaya alıştığı ‘ah’lar, vah’lar, ağıtlar, feryatlar’ sanki bana bir arabesk müziği; gözlerimin gördüğü ‘yalvarmalar, yakarmalar, kavgalar, dayaklar ve de pınar gibi yaş akıtan gözler’ de seyredebileceğim en acı trajedi film gibi gelmeye başladığını…
Daha önceleri şiir yazarken ilhamıma gelen ‘aşk, sevgi, ayrılık’ gibi duygu dolu sözcükler yerine, şimdi ‘buzdolabı, televizyon, halı, koltuk takımı’ gibi sözcükler geldiğini; geç saatlerde sazım ile baş başa kalıp yanık yanık çalıp okuduğum türkü sözlerini şaşırıp, haciz sırasındaki borçlunun ahlarını, vahlarını hatırlayarak gerçek türkü sözleri yerine ‘Tükendi ahtı ömrüm… Cepte sermayem mendilim kaldı,’ ‘Karadır bu bahtım kara. Gitti kumarda tüm para… Evimi silip süpürdüler… Ellere oldum maskara.. Eyvah eyvah..
Kendim ettim, kendim buldum, eyvah eyvah..’ Dahası da var; “Karım beni terk edecek. Kahrımdan öldürecek. Gâvur kadın da giderse; rakı paramı kim ödeyecek.” gibi sözleri yakıştırmaya başladığımı.
İşte böyle Sümerli!
Öyle an gelir ki biricik eşinin yüzünü bile fark edemezsin. Doğum gününü, sevgililer gününü, evlilik yıldönümünü unutursun da hatırlayınca iş işten geçmiş olur.
Hep ben söyledim söyleyeceklerimi, icracılığın önemini, hassasiyetini ve zorluğunu.
Ah! Senin de bir şeyler söylemeni isterdim Sümerli! Tabii ki bu imkânsız. Bir şeyler söyleyebilseydin sanki bana: “Memur efendi! Mesleğinizin
zorluğundan bu kadar şikâyetçiyseniz, istifa edip kendinize bir başka meslek seçseydiniz!” diyecekmişsiniz gibi geliyor.
Ama bunu da denemediğimi söyleyemem. Buna tam karar vermiştim ki, çok saygı duyduğum hâkimimin bana anlattığı bir hikâye ve ettiği nasihat beni bu kararımdan caydırmaya yetti.
Meslek hayatıma yeni başlamıştım.
Yaşama gücümü doğa, müzik, şiir, resim ve hikâyeden alan ben; İcra Dairesinde her gün yaşadığım ilginç acı olaylardan psikolojik olarak çok etkilenip zamanla hassas duygularımın yok olabileceğini düşünerek ‘yol yakınken’ istifa etmeye karar vermiştim.
İstifa dilekçemi yazarak yetkili hâkimime sundum.
Masaya yığılmış dosyaları incelemekte olan hâkim, dilekçeme göz attıktan sonra gözlüğünü çıkarıp koltuğuna yaslandı. Nedenini sorup öğrendikten sonra beni karşısına alıp:
— Yavrum! Görevimiz zordur ama son derece ulvi ve şereflidir. Memuriyete yani başlamış senin gibi bir delikanlının bu zorlukları rahatlıkla yenerek görevini en iyi şekilde yapacağına inanıyorum. Doğru olduğunu bildiğin işleri korkmadan yap, yaparken de sakın üzülme! Gördüklerini, duyduklarını kafana takma. Bak sana kısa bir hikâye anlatayım da kararını sonra ver.
Hâkimin anlatmaya başladığı hikâyeyi dikkatle dinlemeye başlamıştım.
“Bir zamanlar şirin bir köyde Ali ile Ahmet adlarında son derece yakışıklı iki genç yaşarmış. Günün birinde kavgaya tutuşan bu iki gençten Ali, elindeki bıçağı Ahmet’in göğsüne saplayarak Ahmet’in ölümüne sebep olmuş.
Yakalanıp yargılanan Ali, idama mahkûm edilmiş. İnfaz günü gelmekle idam sehpası kurulmuş. Bu merasimi izlemek üzere tarafların yakınları da gelmişlerdi.
İnfaz anı da yaklaşmıştı. Biraz sonra savcı, cellât ve jandarma refakatinde suçlu Ali geldi. Herkes yerini aldıktan sonra Ali, idam sehpasının altına alınıp, burada bulunan tabure üzerine çıkarak boynuna ip geçirildi.
Savcı, elindeki kararı yüksek sesle okuduktan sonra yanında duran cellâda, suçlu Ali’yi işaret ederek ‘Ali’nin altındaki tabureyi çek’ talimatını verdi. .
Seyirciler bu olanları nefeslerini tutarak izliyorlardı.
İnfaz talimatını alan cellât yavaşça Ali’nin yanına yaklaştı. Tabureyi çekmek üzere yavaşça eğildi. Bu sırada gözleri bir an o genç, yakışıklı ve ‘dam’ gibi görülen Ali’ye ilişti. Birden irkilip geri çekilmeye başladı. Gözlerini Ali’ye dikmiş büyük bir hayretle seyrediyordu. Belli ki Ali’ye kıyamıyordu. Ayaklarının onu geri çekerek savcının yanına getirdiğinden haberi olmamıştı.
Savcının ikinci ve sert talimatıyla kendine gelen cellât tekrar yavaşça
Ali’ye yaklaştı. Bu defa daha dikkatli baktığı suçlu Ali’nin güçlü ve alımlı fiziği karşısında yine donakalmıştı. Gözü Ali’nin gözleriyle bir müddet odaklaşan Cellât ürkerek tekrar geri adım atmaya başlayınca aniden umulmadık bir şey oldu.
Kalabalığın arasında bulunan maktul Ahmet’in annesi kalabalığı yararak bir hışımla koşup cellâdın yanına gelerek kolundan tutup kenara savurdu ve yüksek sesle haykırmaya başladı:
“Çekil be adam çekil! Belli ki bu işi beceremeyeceksin! Şu öldürmeye kıyamadığın insanın, fidanı gibi oğlumu gözünü kırpmadan öldüren bir canavar olduğunu bilmediğin nasıl da anlaşılıyor! İşte ben, bu öldürülenin anasıyım! İçim yanıyor içim! Şöyle çekil de o biricik yavrumun canına kıyan caninin altındaki sehpayı ben çekeyim de içimdeki evlat acısını biraz olsun dindireyim!” deyip sehpayı çekivermiş.
İşte, hikâye böyle oğlum. Hâlâ dilekçeni vermekte kararlı mısın?
Dikkatle dinlediğim hikâye beni çok etkilemişti. Yavaşça ayağa kalkarak masa üzerinde duran dilekçemi alıp sessizce hâkimin odasından ayrıldım.
Bu hikâyeye iyi kulak verdiysen, şimdi bir çift laf da sen söyle Sümerli!
Adaletin simgesi olan o ‘Terazi’ kefelerinin birisi aşağıda, diğeri yukarıda mı kalmalıydı?
Belli ki, adaletin verdiği her kararın, ‘kişinin bir diğer kişiye yaptığı haksızlığa karşı verilmesi gereken ceza’ olduğunu; bu cezanın de mutlaka birisi tarafından sahibine verilmesi gerektiğini; bu görevin de İcra Memuru’na ait olduğunu” aklına getirememişsin!

İbrahim Banlı
Emekli İcra İnfaz Memuru

www.icrada.net internet sitesinden

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder